Kader ağlarını örmüştü...




Gözlerini açtı. Dünya sallanıyor, çatırdıyordu. Havada deniz kokusu...
Bir vapur düdüğü sesi, tizden pese rüzgara karışmış gibiydi. Merdiven basamaklarına tırmandı, poyraz zorluyor, yüzüne atılan kezzap yağmur mu, yoksa ahşap takanın kabuğuna vuran dalgaların şarapnelleri mi seçemedi...
Havadaki griliği gördüğü anda, dalgalarla boğuşan eski bir takada olduğunun, iliklerine kadar bilincine vardı.
Yeterince onaramadan denize bıraktığı ağları toplamış, mantarlaşmış tahta kasalara on kilo kadar balık dökebilmişti.
"Hele bir limanı bulalım, önce can, sonra canan" diye geçirdi içinden...
....
Dünya ile yaşam kavramlarına, birbirine çok yakın anlamlar yüklemek yanılgıdır. Dünya, yalnızca bir gezegenden ibaret yaşamı anlatır. Dışındaki uzayı görmezden gelir, her şeyin odağına kendi "ben" in olan dünyanı koymanı; özgürlüğün, iraden, keyfinin kahyalığı sanmamalısın.
Geleceğine kader dediğin sürprizle sonuçlanan film senaryosu gibi bakıyorsun. Kader dediğin senaryo üzerinde bir güzel tartışıyorsun, ama senaryoda sana biçilen rolü, yönetmenin istediği biçimde paşa paşa oynadığının farkında değilsin.
Kader senaryosunu yazan, figüranlar dahil tüm oyuncuları sürecin bir noktasında ana konuya bağlar. Senin değil yalnızca, rol alan diğer "ben" lerin kaderinin de birbirine bağlandığını, film bitince anlarsın.
Kader ağlarını örmüştür bir kere...
Dalgaların ortasındaki bir takadan ibaret dünyan, öldürdüğün balıklarla ilişki ve çelişki içindedir. Takayı limana sokamazsan, senin "ben" in de ölür. Limana varmak, yalnızca senin "ben" in için önemlidir. Öldürdüğün balıklar için, limana varmanın ne anlamı olabilir ki?... Onları zaten kendi dünyanı güzelleştirmek için cinsleyip, boylayıp, fiyatlandırıp kasalara döktün.
Dünyanın kaderi senin "ben" ine bağlıdır ve senin "ben" in buna "Dünyanın kaderi bana bağlıdır" diye inanır. Kendi kendini inandırır.
İnanmak, sonuçta bir ihtiyaç. Duygularına, içgüdülerine, sana öğretilmişlere beyninde yanıtlar arayıp bunalman yerine, kadere teslim etmek senin "ben" ine huzur verir. Önce "her şey" olabilecek bir tanrıya, ama mutlaka kendi "ben" ine inanmaya başlarsın. Başından beri böyledir, ancak limana gelinceye kadar çokça kendi kendini kandırır, çokça "başka "ben" lerin seni kandırdığına hükmedersin.
Her şeydir o "ben". Kah yalnızca kendin, kah olmasını istediğin, kah kaderin temsilcisi, kah herkesin kaderini belirleme isteği...
İnanç mekiği işledikçe, kader ağlarını örmüş olur. Ağlar örülünce, sınır çizgilerine kurşun dizilir. Kader ağlarının ipi, her zaman denizin üstündeki petrol atığı şamandırana bağlıdır. Yönünü bulmanı sağlayan kerterizin o dur. Şamandıranın yerini bilen takadaki "ben", şamandırayı bırakan takadaki "ben" ile aynı sen olmasına karşın; hep bir "ben" vardır sende senden içeri, diye tefsir edersin.
Allı yeşilli ahşap takalardan çelik yelekli takalara kadar büyümüşse dünyan, ağlar kurşun gibi ağır, denizin dibindekiler bağır, bağır, bağırsalar; havadaki martıların bir lokma ekmek için hıçkırıkları arasında yitip giderler.
Kader denizin altında değil, aynı anda denizin üstünde de ağlarını örmüştür. Ağları da gerçekte senin "ben" in örmüştür.
Dalgalarla boğuşan ağaç takadan ibaret dünyanın dışına çıkabilsen; bir "ben" den de, beş "ben" den de büyük "öteki benler" ile yüzleşeceksin de, ahşap takadan ibaret dünyan, onları taşıyamaz ki... Batar, parçalanır, kıyıya vurur, mantarlaşır...
Gerçek "ben" aslında matematiksel olarak sıfırdır. Her yöne ister eksi deyin, ister artı; sonsuzluğun ortasındadır. O sonsuzluğun neresiyle çarpılsan, senin "ben" in yine sıfırdır. Mutlaka toplanman gerekir ki, "öteki benler" in değeri değişmesin. 
Sıfırda bu ısrar niye?


İlgili Etiketler

İlgili etiket bulunamamıştır.


Okuyucu Yorumları

Günlük Koronavirüs Tablosu