Çanakkale ili Yenice ilçesinin, adı Atatürk tarafından konulan Nevruz köyü, 1900'lü yılların sonuna dek Yenice'den Biga'ya geliş yolu olan İnova - Kırkgeçit hattının 3. kilometresinde yer alır. Çanakkale ilinin en yoksul köylerinden biridir. İbrahim Bodur, bu köyden İsmet İnönü döneminde Robert Kolej'e ulaşan tek öğrenci. Ardından Amerika'da iş idaresi öğrenimi ve Demokrat Parti iktidarı ile birlikte Türkiye'ye dönüş.
Yıl 1957. Çanakkale Seramik Fabrikaları ile aynı yıl doğmuşum, Nevruz köylü Bodur'la yollarımız da o gün bu gündür sık sık kesişir.
İstanbul'da mütevazi bir atölyede iplik üretmeye çalışan Nevruz köylü İbrahim, tarıma dayalı esnaf ve bir tür zamane bankaları olan Biga Küçük Şadırvan eşrafı ve kömür madencileri ile tanışır, gözleri kamaşır. İbrahim'de bilgi, Basmacı Ekremler, Kömürcü İlyas gibilerinde para ganidir. Taşı toprağı altın İstanbul'dan, taşı toprağı elmas Biga'yı ilk keşiftir bu.
Çekoslovkya'dan makineler gelecek ve seramik üreteceklerdir. Fabrika, tarıma dayalı bol kazançlı ticaret ve bankerliğe zarar vermemesi için Biga'ya değil, Çan'a kurulacak. Karabiga kömür gibi seramik için de iskeleye dönüşecek. Bu yerel işbirliği sanayileşme ve kapitalistleşme sürecine geçişi sağlayacak. Karabiga'nın "aksi belediye başkanı" babam "Aziz bey" bu operasyona karşı çıkar. Zamanın Çanakkale Valisi sonranın Adalet Partili ünlü Dışişleri Bakanı Çağlayangil'in desteğiyle, yol üzerindeki bu taşın arkasındaki halk desteği kırılır, devlet gücüyle beş parasız "Kör Aziz" olarak çöpe atılır.
Yatırım yapılır, üretime geçilir, bir kaç yıl içinde Biga eşrafı ile Bodur uzlaşması, Bigalı zamane zenginlerinin, Nevruz köylü İbrahim'in zekası karşısında çırak çıkmaları ve devre dışı bırakılmalarıyla ikinci aşama başlar. 1970'lerde kömür madenleri devletleştirilir. Ben de o süreçte Enerji Bakanlığı'nda, MTA kadrolu çalışmaya başlarım. Bigalı kömür madencilerinin sanayici olma hayallari tükenir, her biri zamanı geldikçe Biga Karaçayır Mezarlığı'na gömülürler.
Nevruz köylü İbrahim, artık tek patrondur. Çan'da dilediği dağı, taşı, ormanı kazar hammaddeleri çıkarır, kömürle pişirir, Karabiga'da takalara yükler, satar. İstanbul'da gökdelen diker, sektörün başı olur. Her biri siyasetçi olan ve kendini patron-komisyoncu gören sözde profesyonellere fabrikayı bırakır. Çanakkale'nin en yoksul halkı Yeniceliler asil, Çanlılar maraba, Bigalılar saf, Karabigalılar seyirci olarak yeni düzene uyum sağlarlar. Her yıl Seramik Bayramı'nda en tepeden aşağıya devlet erkanı, gazinoların en büyük as solistleri, Kırkpınar'ın başpehlivanları, İstanbul'un en güzel çük kesen sünnetçileri, İstanbul'un zarfçı mevlidhanları Çan'da buluşurlar. Çan ilçesi, tarihi boyunca hiç bir bayramın, Seramik Bayramı kadar önemli ve değerli olmadığına alışır. Çanakkale ise Niyazi ortaya çıkıncaya kadar artık Kale olur. Hoş Niyazi de en palaz döneminde bile denize bakan bir burçtan fazlası olamaz.
Yoksul köylü işçileşir, sayıları altı binlere ulaşır ve ülke genelindeki sendikalaşma eğiliminden etkilenir. İş kolundaki en milliyetçi ve sarıya en yakın renkte sendikaya üye olurlar. Asgari ücret, erzak, bayram, sünnet, mevlid... Maaş zammı yerine hisse senetleri... Köylülük işçileşirken üretim aracının ortaklık kağıtlarıyla patronlaştığına da inanır. (Emekliliğine iki yıl kala "seni taşeron yapacağız" diyerek işten çıkarılan ve kapıya konan, bu yüzden kahrından genç yaşta ölen seramik ustası kayınpederimin eşime mirası ve anı olarak sakladığımız bu hisse senetlerinden arşivimizde var; çiklet almaz.) Nevruz köylü İbrahim, mutludur. Yatırımlara devam eder, büyür, büyür İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanlığı düzeyine ulaşır. Yeniceli hemşehrileri "istese elindeki parayla banka kurar" diye gurur duyarlarken, Yenice hala Yozgat Yerköy geriliğindedir.
1980'li yılların sonu. İstanbul'da gazeteciyim. Zaman zaman İstanbul Sanayi Odası Meclis toplantılarını izliyorum. Beni her gördüğünde elimi sıkacakmış gibi uzatır, elini tam tuttuğumda sert biçimde döndürür ve öpmemi ister. Hemşehriyiz, yaşça büyüğüm, saygı gösteriyorum. Pozisyonlarımız gereği iyi tanışıyormuşuz havasındayız. Ben onu tanımaya çalışıyorum, o benim geçmişimi bilmiyor. Her keresinde hazırlıklıyım, o elini döndürünce ben de elime güç veriyor ve dik tutuyorum, karşılıklı gülümsüyoruz. O dönüp çevresindekilere, "Bu çocuk Karabigalı, Karabigalılar kavgacıdır, ama İstanbul kültürüyle yetişmiştir" diyor. Bu el sıkışma törenimiz kim bilir kaç kez tekrarlanmıştır, saymadım.
Gazetecilik mesafe mesleği. Herkesle saygı çerçevesinde iletişim kur, ama yüzgöz olma. El öpmek yaşlı kadınlar hariç karakterime de aykırı. Babam olsa ne yazar ki?...
Mevcut kapitalist ekonomik sistemi 68 Kuşağı'nın çırağı, 78 Kuşağı'nın ustası olarak teorik düzeyde hatim etmişim. Reel ekonomiyi, iş yaşamını, sanayi, finans ve menkul kıymet piyasalarını sürekli izliyorum, 12 Mart, 12 Eylül yaşamışım. Bazı arkadaşlar gibi Kırıkkkale tabanca ile devrim rüyası görmediğim, ayık gezdiğim için, kurdukları komik halk mahkemelerinde yargılanmışım. Sistemin süreceğini, halkın ikna olmadığı hiç bir şeyin değişmeyeceğini, teori ve propaganda düzeyinde kalınması gerektiğini anlata anlata yetişkin olmuşum. Korumaya çalıştığım ilk değer, kendime saygım. Nevruz köylü İbrahim tek değil. Adanalı Sakıp ağa dahil, nice yerli sermaye biriktiren babalarla yeni aldıkları yalılarda, köşklerde, yatlarda, gökdelen ofislerde, uçaklarda, yurt dışı iş gezilerinde, ekonomi haberciliği işim olduğu için, görüntüde baş köşede, gerçekte kıyısından dahil olmuşum. Birebir de görüştüğüm insanlar ve hiç birine de saygısızlık etmemişim. Vardılar, gerekliydiler, sürecin öncü aktörleriydiler.
Bu arada, Küçük Armutlu gecekonducularına da saygısızlık etmedim, Bayrampaşa - Berec - Haliç sanayi işçilerine de... Bu sistemin bir parçası değildim, ama tam da göbeğinde yaşamak zorunda kaldığım bir mevsime raslamıştım.
Metropol kentler oluşurken yaşananların, taşraya etkileri hayli zaman alıyor. Çan'da işçiler, Nevruz köylü İbrahim'in milliyetçi - ülkücü sendikaya bile katlanamadığını görünce, sendikalaşmayı terkedip seramik cemaatini seçtiler. Tek Adam devri, sanıldığı gibi AK Parti ile başlamadı, 12 Eylül'den beri var, iktidarda var, muhalefette var, sisteme karşı olduğunu iddia eden grupçuklarda var, evde var... Kime ne zaman tosladıysa, o zaman farkında olunuyor.
Hani son günlerde Aydın Doğan medya organlarını Erdoğan Demirören'e satınca "özgür medya bitti" diyorlar ya... Erdoğan beyin Aydın beyden çok daha demokrat ve Atatürkçü kabul edildiği dönemlerin tanığıyım. Onun "Ata" adını verdiği kolejinde çocuğumu hayli ağır faturalarla okutan parasız yatılı yetişmiş profesyonel bir babaydım. Vehbi bey destekli Eminönü otomotivcisi Aydın beyin, Karacan ailesinden, Erol Simavi'den medya patronluğunu deviralışlarındaki "gazetecilik bitti" muhabbetlerinin de tanığıyım. Herkes mesleğini onuruyla yapmalı, patronlar değişince meslek değişmez, oysa...
Teknoloji gelişti, Çan'da işçilerin yerini makineler aldı. Tesisler büyüdü, dağlar tepeler fırınlarda eridi, üretim arttı. Azalan iki şey, işçi sayısı ve işçilerin sosyal ve ekonomik koşulları oldu.
F Tipi Cemaat operasyonlarına hedef olan medya organlarının en çok satanındaki sarı öküzdüm. İstifa edip ayrıldım. Danışmanlıklar yaptım ve sonunda emekli yaşım geldi, Biga'ya geri döndüm. Benim kabem Biga'yıdı, İbrahim'in kabesi değil. Sonuçta Muhammed için de doğduğu ve terketmek zorunda kaldığı yer olduğu için kabeydi. Kanada merkezli altın madenciliği üretim şirketi, iletişim direktörü olmamı teklif etti ve altı aylık süreyle kabul ettim. Kurumsal, yatırımcı, üretimci bir firma. Küresel çapta altın madenciliğinin birinci değil, ama ikinci liginde lider durumda. Teklifi kabul ediş gerekçelerimi hiç saklamadım. Madenci çocuğuydum, İstanbul madencilerine danışmanlıklar yapmıştım, madenciliği önemsiyor, gerekli buluyorum. Atatürkçü geçinenlerin gözden kaçırdığı Cumhuriyet'in ilk devlet maden şirketinin altın arama şirketi olduğunu, onun MTA'ya dönüştüğünü bilecek ölçüde, MTA ve Enerji Bakanlığı deneyimim olmuştu.
O da ne? Yıllarca devletin MTA'sı sondajlar yapmış, ABD'li bir firmaya kelepir biçimde ruhsatı satmış. ABD'li firma daha ayrıntılı sondajlar yapmış, altının varlığı gerçeğe yakın verilerle ortaya çıkınca, Kanadalı üretim firmasına hayli yüksek bir bedelle işi satmış. Kanadalı firma bölgeye yatırım için gelinceye dek, kimse ses çıkarmamış. O gelince, Çanakkale'de uyuyan güzeller, meçhul bir prensin öpücüğüyle uyanıvermişler. Altın madenciliğine karşı bir kampanya ki, sanırsınız hiç biri eşine nişan yüzüğü bile takmamış. Kampanya fotoğraflarında Nevruz köylü İbrahim'in kaolen ocakları görüntüleri, ama saldırılan henüz sondaj aşamasındaki Kanadalı firma. Tek doğa katliamcısı o. Akıl, izan, bilgi, mantık, ahlak... Aramayın.
Çözüm belli. Firma yöre halkı için kesenin ağzını açacak, bu bir. Madeni çıkarırken doğaya verdiği zararı bilim ve teknoloji kullanarak en az düzeye indirecek, yeniden peyzajlandıracak vs. vs. Bu iki. Ben de bunun finansal kaynağını göreceğim ve yöre halkına dürüstçe gerçeği anlatacağım. Kimse kimseyi kandırmamalı. Doğaya hiç zarar vermeyen ne madencilik var, ne sanayi, ne tarım, ne inşaat... Henüz hiç bir tanık ölmedi, herkes yaşıyor; ne dediysem, nasıl anlaştıysam öyle davrandım. Kısa sürede gördüm ki, Kanada'da kurumsal olan firma Türkiye'de kuralsızlarca, ilkesizlerce kuşatılmış. Adeta hacı ağaya dönmüş. Bir yanı cemaat bir yanı üç kağıt. Hedef belli. Kanadalıları "lanet olsun" dedirterek kaçırtmak ve madeni cemaate peşkeş çekmek. Soma'da başarılmış, Çan'da neden başarılmasın ki?..
Altı ayım doldu, şirketi kuşatanlar beni tehlikeli, ben de onları madenciliğin keneleri sayıyorum. Bu arada sağcısı düşman, solcusu düşman, dincisi düşman, ırkçısı düşman... Benden de bu kadar. O gün bu gündür o yatırım başlamadı. Bugün bile o coğrafyadan önünüze getirilecek koca koca oyuklu görüntüler, henüz Kanadalı firmaya ait değil.
Nevruz köylü İbrahim vefat etti. Allah günahlarını affetsin. Ben kendi payıma affettim. Sistemi o yaratmadı, yalnızca rolünü oynadı. Hiç yüzyüze karşılaşmadığım Biga gelini kızı Zeynep Bodur (soyadını saygısızlık için değil, Bigalı aile ile gereksiz bağ kurulmasın diye kullanmıyorum) ile de bir sorunum olamaz. Çan'da yakınlarının "işçileri kollayan, yöneticileri ise yetkiyi aldığı gün kapıya koyacak" diye anlattıklarıyla, algımda sevilen ve sayılan bir insan olarak duruyordu. Şu sıralar Çan'da yaşananlar ile yanyana getirilmesi hayli zor tanımlamalar bunlar.
İnsanlar güç sarhoşu olur mu? Olur! Geçmişini unutur mu, unutur? Peki... Bu yoldan ilelebet başarı yakalamak olası mı? Hayır!
Bugün 300-500 işçi atarsın, yarın diğerleri ayağa kalkar. Yanıbaşında Biga'da iki büyük sanayi şirketi var. Birinde 3 bini aşkın, birinde bini aşkın işçi çalışıyor. Beğenirsiniz, beğenmezsininiz -işçinin bileceği bir şeydir- ama ikisinde de işçi sendikası var. İşveren kendi örgütleniyorsa, işçisi de er ya da geç örgütlenecektir. Engellemeye kalkarsanız, çalışacak işçi bulamadığınızı görürsünüz. Patronlar olarak aranızda dostluklar kurabilir, uzlaşabilir, ortak politikalar belirleyebilirsiniz. Biliniz ki; yatırımlar yalnızca patronların değildir. Girdi sağlayıcılarındır, müşterilerinindir, yöre halkınındır ve hepsinden çok işçilerinindir. Onları örgütsüz, sendikasız biçimde uzun süre tutamazsınız. Siyaseti, bürokrasiyi ve hatta çarşı esnafını gücünüzle etki altına alsanız da yapamazsınız. Bakınız Biga'da, metal işçisi toplu sözleşmede zam aldı diye, esnaf işçiden fazla sevindi. Ne olacaktı ki? İşçi ücret zammını götürüp çarşıya verecek. Bunu Bigalı biliyor da Çanlı öğrenmeyecek mi?
Sistem belli. Küresel kapitalist bir sistem. Ben yaratmadım, Nevruz köylü Bodur da yaratmadı. Biz, Balkanlar'dan gelen küresel havanın etkisindeki küçük bir coğrafyasındayız. Bu sistemin en önemli parçası da işçi sendikaları. İşçi sendikalarının önünde duramazsınız.
Sayın Zeynep Bodur da yenilecek! İnadı bırakmalı ve tümü kendi hemşehrisi seramik işçilerinin de insan olduğunu, hiç değilse Yozgat Yerköy'deki fabrikasındakiler düzeyinde yaşama hakları bulunduğunu içine sindirmeli.
Benim kendisi dahil hiç bir patronla bir derdim yok, olamaz da. Mevcut sistem değişecekse, önce ABD'de, önce Almanya'da değişecek. Ben böyle düşünüyorum. Bir çok ekonomistin "yanıldı" görüşüne karşın, Karl Marx'ın bu konuda yanılmadığını savunuyorum. Sistem sağlıklı gelişmeli ve ırktır, dindir boşuna canlar yitirilmemeli, boşuna talihsiz bir çağda dünyaya konuk olan insanların huzuru kaçırılmamalı. Günü geldiğinde yapısal değişlikliği patronlar da en az halk kadar isteyecekler, ürettiklerini satacakları kimse bulamadıklarında başka çareleri kalmayacak. Bugün için ise acil teorik bir çözüm yok, halkın da herhangi bir yeni model arayışı görünmüyor.
Güncel realite böyle diye, bu sistem içinde bile yapılmaması gereken haksızlıkları görüp, susmamı da kimse benden isteyemez. Geçmişi yalnızca tarihe not düşmek için yazdım, geçmişten gelen kişisel bir alacak hesabı yapmıyorum, yapmam. Sevgiyle itaat, nefretle intikam gibi ilkel duygular bana göre değil. Önceliğim saygı. Herkesin herkese göstermesi gereken saygı. Çan'da halk, zaten kendisini seramik fabrikasına bağımlı hissediyor. Yaşadığımız sürecin kaçınılmazı olan sanayi tesisleri, madenler yaşasın, üretimlerini sürdürsün, kazansın, patronları, profesyonel yöneticileri kazansın; ama çalışanlar ve yöre halkı da mevcut sistemin koyduğu kurallar çerçevesinde paylarını alsınlar diye yazdım.
Bilgim ve deneyimimin bana öğrettiği bir şey var: Hiç kimse bir işletmeyi, mutlu olan bilinçli işçisi kadar sevemez. Teklif cazipse işletmeyi patronu satar, profesyonel yöneticisi terkeder, bilinçli işçi asla satmaz!
Bir hemşehri uyarısı sayılsın. Kırk yıla yaklaşan meslek yaşamımda, "keşke" leri olan, pişmanlıklarını anlatan çok patron tanıdım. Kimi batmış, kimi küresel rakipleri karşısında küçülmüş, kimi kendi ölümü yaklaştığı için vicdan muhasebesi yapan...
Benim gücüm yalnızca yazmaya yeter, bana daha fazlasını lütfen yazdırmayın.
2025© Bu sitenin tüm hakları saklıdır.