Kaliteli, markalı, inovatif kandırma




Allanıp pullanmış ne varsa kolayca inanıyoruz. İnanmak ihtiyaç ve bu ihtiyacımızı karşıladıkça rahatlıyoruz.
Bize "Kalite" dediler, "Standart" dediler ve üzerine atladık. Kırtasiyeciliğin dibine batarken, kalite ve standart kavramlarının içini kendi çıkarları için dolduran küresel güçler, bize bedenimizi önemsemeyen konfeksiyon deli gömleği giydirdiler. Oysa en eğitimsiz bırakılmış kesimlerimizde bile, kaynana kalite kontrol yapsın diye, gelin adayını hamama götüren bir toplumuz.
Bize "Marka" dediler. Sandık ki firmamız, ürünümüz, hizmetimiz bir logo ile değer kazanacak. Oysa markanın kar artıran tarafında tüm köşeleri tutttular, sonra elimizdeki çok değerli geleneksel markalarımızı yok ettirdiler. En son seksen yıllık ayakkabıcımız Hotiç ile elli yıllık yumurtacımız Keskinoğlu konkordato ilan etti.
Bize "Endüstriyel Tasarım" dediler, "Patent" dediler. Sayısız makine, araç, gereç parçalarının yapılmasını sağlayan kalıpçılık sektörümüzü yok ettiler. Artık kullandığımız her şey ithal kalıp ve enjeksiyon makinelerinin ürünü haline geldi.
Sonunda "İnovasyon" denilen, doğal olarak yaşadığımız süreci, yepyeni bir sistem gibi sundular. Sandık ki her şeyimizi gözden geçirip yenilersek, hem rekabet edebilir olacağız ve hem de güçleneceğiz. İnanarak gittiğimiz yer, küresel şirketlerin kopyacılığı ile yerel ekonomimizi, sanatımızı, zenaatımızı, ticaretimizi ve kültürümüzle içiçe hizmetler sektörümüzü intihara sürüklemek.
Bunlar ekonomik yaşamdan. Bir de sosyal, siyasal, hukuk alanlarında göz göre göre aldatılmışlıklarımız var.
Bize "Hukuk" dediler. Sandık ki onların belirlediği hukuk normlarını biz de benimsersek, adil bir ülke olacağız. Bize "Demokrasi" dediler. Sandık ki önümüze konan sandık her şeydir; ardından uzlaşacağız, özgür ve mutlu yaşanacak bir ülkemiz olacak. Siyasi partileri şirkete, devleti yurttaşa eziyet merkezine, parlamentoyu atanistokrat salonuna, adliyeleri "Tanrı düşürmesin!" yerlerine çevirttiler.
Bize "Uluslarasası Sözleşmeler" dediler, "Karşılıklılık Esası" dediler, "Müttefiklik" dediler, "Ortaklık" dediler... Sandık ki ailemize yeni bir üye katıldı, ona mevcut aile bireylerinden daha fazla özen gösterirsek, kaynaşırız. Bugün hangi noktadayız? Avrupa Birliği "Gümrük Birliği'nde kal, ama aramıza almayız", ABD "NATO'da kal, ama parasını ödediğin hatta ortak olduğun F-35 uçaklarını vermem, üstelik terör örgütlerine de silah veririm" tavrı. Yetmedi "Ver papazı, vermem vaizi" muhabbeti. Tahkim, mülteci protokolleri, kıta sahanlığı vs. gibi sayısız "Ben yaparım, kendini benimle bir sayma" tavırlarını da sizler ekleyebilirsiniz. Uzatmayayım.
Bizi nasıl bu kadar kolay kandırıyorlar?
En anlaşılır biçimiyie; yaşama basit, sade, yalın, çıplak bakmayı terkettiğimiz için.
Bitkiler, hayvanlar, insanlar doğal olarak adına tozlaşma da desek, çiftleşme de desek, aşk da desek özetle cinsel ilişkiye giriyorlar. Kendi türlerinden yeni örnekler üretiyorlar. Yeniden üretimle çoğalmak, doğadaki tüketim ürünlerini kıtlaştırıyor. Çoğalmak sömürülenlere, üretmek ise küresel güçlere tahsis edilince, paylaşım Kaf Dağı'nın ardında kalıyor. Sonuçta çoğaltılanlar tatmin olmamaya başlayınca ne ana tanıyor, ne baba, ne kardeş...
İnsan değil yalnızca, her canlı bencil! Bakmayın "en sadık" örnek köpeğin kuyruk salladığına, aç kalınca sahibini bile ısırır. Düşünme yeteneği olan tek canlı insan ya... Doğanın bu vahşi doğallığına "Paylaşma" dan başka bulabildiği bir çözüm de yok. Ne yazık ki paylaşmaya da küresel güçler el attı ve konulmuş standartları, hukuku, markası, inovasyonu onların vizesine bağlı. Son örnek, yıllardır geniş bir kesimin sıcak baktığı başarılı öksüz ve yetimlerin eğitim yeri bilinen Darüşşafaka. Profesyonel basketbol takımına bu yıl 5,5 milyon Euro bütçe gerekliymiş. Tekfen 17 milyar lira ile sponsor olacakmış. Yabancı basketbolculara dolarlar verilmesi şart çünkü... İki marka birbirini çok iyi tamamlarmış çünkü... Umarım transfer ettikleri uzun adamlar öksüz ve yetimdirler.
Türkiye'nin "Çeltik Babası" na bir zamanalar sormuştum: "Melezlediğiniz çeltik tohumları, baldo ile yerel tohumlar kaynaklı değil mi? Yarın İtalyan karşına çıkıp, "Bu benim tohumum derse ne olacak?"
Verdiği yanıt yaklaşık şöyleydi: "Melezlemeler hep böyle yapılır, ama bu konuya girmemek lazım." Yarın Trakyalı, İtalyan'ın her türlü marka, coğrafi işaret, patent vs. tescilini yaptırdığı Baldo Pirinci ile yerli Osmancık Pirinci melezlerini ekemeyeceğini öğrenince ne olur, acaba? Edirne'de bilmem kaç türlü pilav yapanlar, gün gelir "Hop! Bu tohumları kullanamazsın" diyecek küresel şirketler ve uluslararası hukuk ile yüzleşiverir.
Tarım ürünlerinin büyük çoğunluğunda bir kerelik ekilebilen hibrit tohumların; hangi standart, marka ve hukukla korunduğunu ve o treni kaçırdığımızı hala farketmeyeniniz kaldı mı?
Son günlerde bir "Ezine Peyniri" pompalaması var.  Coğrafi İşaret almışlarmış, sırları varmış mış vs. vs. Mevsimlik mandıracılığın ürünü olan ve geçmişi çok çok elli yıla dayanan koyun-keçi-inek sütü karışımından yapılan bir tür beyaz peynir. Bugün o mandıraların eskisi gibi 3-5 yıl buzhanede olgunlaşmış Ezine Peynir'ini arasan, 1 kilogram bulamazsın. Yılda 3-4 ay verimli bulunabilen koyun ve keçi sütünden, yılın 12 ayı nasıl peynir üretiliyor ve anında pazara sürülüyor acaba? Koyuna dönüştürülen Avrupalı Saanen keçilerini melezlemeyle Ezine Keçisi yapınca, çiğ süt üretimini yıl içine yaydık. Peki... Bizim kıvırcık koyunlar, ne zamandan beri yılın 12 ayı süt verir oldu? Kimse kendisini kandırmasın, geçmişi çok da eskiye gitmeyen Ezine Peyniri bile terkedilmiş bir markadır. Marka; ürün değiştirilmişse, geçmiş kültürü yerine laboratuvar kültürüne teslim edilmişse Marka falan değildir. Coğrafi İşaret konusu ise iyice komedidir. Ezine'de 4 eski mandırayı saymazsak, Ezine Gıda OSB israf yatırımına taşınacakların tümü, çiğ inek sütü kullanmak zorundadır ve onu da bulacakları en yakın adres Biga'dır. Zaten yöredeki büyük peynir üreticileri yıllardır alıyorlar.
Bir halk, el emeğini kullanmayı terkeder, doğal ve geleneksel olandan uzaklaşırsa; kendine ait ve kendi belirlediği ne coğrafi işareti, ne markası, ne kalitesi kalır. Uzaklara gitmenize gerek yok! Girin internete, Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde marka olmuş, coğrafi işaret taşıyan ünlü peynirlerin hangi geleneksellikte, hangi doğallıkta yapıldığını izleyin. Süt ürünleri sanayi, yoksul kesimlere kültürlü peynirler üretirken, gelir düzeyi yüksek kesimler için yurt dışından geleneksel peynirler ithal ediliyor. Bize "hastalıktan arınmadınız" diyerek süt ürünleri ambargosu uygulayanlara, biz hiçbir tavır koymuyoruz. Avrupa'nın eski tarz üretim yapan küçük işletmelerine kimse de hijyen, kalite, standart sormuyor. Hatta ithal hayvan hastalıkları nedeniyle; canlı hayvan, karkas et, işlenmiş et ve süt ürünü ithalatına yasak konamıyor. 
Güç kimdeyse kaliteyi, standardı, tasarımı, markayı, coğrafi işareti, hukuku, demokrasiyi yani her şeyi o belirliyor, ötekiler uymak zorunda kalıyor. Benim tepkim bu zorunluluktan çok, matah bir şeymiş gibi bayram yaparak bu batılı normların Tanrı ayetlerine dönüştürülmesi. Araştır kardeşim, incele, kafa patlat. Bakalım sağlığından ekonomine ülkenin, halkının çıkarlarına uygun düşüyor mu...
Oldum olası Atatürk'ün uluorta gündeme araç yapılmasından hoşlanmam. Atatürk, Türk Ulusu'nun yüce önderidir ve ucuz işlerin malzemesi yapılmamalıdır, diye düşünürüm. Atatürk'ün anılması gereken en temel konulardan biri, uluslararası düzeyde salak yerine konulmamız konusudur. Elbette ak-kara ikilemiyle yaklaşıp, emperyalist Batıcılık yerine Arap bedevi kültürünü koymak akla gelmemelidir. Örneğin 2019 Yılı'nı, bir Arap kültürü araştırmacısının adıyla anmak, sömürgeci yerine sömürgeci sözcülerini yüceltmekten başka bir şey değildir. 2019 Yılı'nda Türkiye'ye yeni bir vizyon, Türk Ulusu'na sağlıklı bir nefes aldıracak olan nitelik, bize unutturulan kendi özgün karakterimizdir.
Nedir bu temel vizyon?
"Bağımsızlık benim karakterimdir!"


İlgili Etiketler

İlgili etiket bulunamamıştır.


Okuyucu Yorumları

Günlük Koronavirüs Tablosu